iş ahlakı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
iş ahlakı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Şubat 2002 Cuma

Sizi gidi taklitçiler, sizi...



6 yıldır reklamcılık sektörünün içindeyim. Yerli, yabancı reklamları iyi takip ederim. Hafızam da iyidir. Hangi iş orjinal, hangisi esinlenme, hangisi pişti çoğunlukla bilirim. Bugüne kadar, o kadar çok taklit iş gördüm ki, reklamcılıktan soğudum, reklamcılardan da ürktüm diyebilirim.

Ne tür taklitler var?
Taklitte en populer olanı yabancı reklamları taklit etmek. Özellikle de Archive ve Shots’lardakileri. Nasıl olsa reklamveren ve tüketicileri bu reklamları takip etmiyor. Fikir haklarını koruyan kanunlarımız da yetersiz olduğuna göre, hiçbir engel yok görünüyor. Üstelik itiraz gelirse “aklın yolu birdir” pişkinliğine başvuruluyor. Ve bu makul görülüyor. Eee, o zaman! Aşırt gitsin.

Yerli ve yabancı eski reklamları taklit etmek de revaçta. “Nasıl olsa herkes unutmuştur” düşüncesiyle bol bol kullanılıyor. Bir de, reklamcı arkadaşlarının hayata geçmemiş fikirlerini taklit edenler var. “Nasıl olsa hayata geçmedi, benim fikrim olmadığını kim ispat edebilir ki” aymazlığı ile yapılıyor.

“Olsun canım, taklitten ne çıkar? Alan razı veren razı. Hem sektör de büyümüş oluyor” diyenler de var. Bunlara ise benim ne sözüm yeter, ne de beddualarım.  

Bir de, esinlenme olayı var. “Biz taklit etmedik, esinlendik”. “Bakın reklamımız birebir aynı değil; kadraj farklı, şu farklı, bu faklı... Sadece fikir benzerliği var”. Esinlenme sanki taklitten daha az ayıpmış gibi, bir de savunulur. Bu esinlenme “nerde başlar, nerde biter” bilen varsa beri gelsin!

İster esinlenme düzeyinde olsun ister pişti düzeyinde, bu benzerliklerin çokluğuna ve kaynağına bakıldığında “aklın yolu bu kadar da bir olamaz” dedirtiyor insana. Bu düpedüz kalpazanın para kazanma şekliyle aynı.

Bu konuda sadece ajansları suçlamıyorum. Köşeye sıkışmış, yaratıcılık kuyusunun kuruduğunu zanneden yaratıcılar “çaktırmadan” ajanslarına da reklamverenine de yutturarak taklit işlerini mecraya sunabilmektedir.

Kısacası, bazı ajanslar reklamvereni aldatarak kolay yoldan başarıya ulaşıyorlar. Dünyadan habersiz reklamvereni kandırarak haksız rekabet ediyor ve kazanç sağlıyorlar.

Taklit reklamlar, sınanmış fikirlerden devşirildiği için, apartıcıları zaten, durumdan bihaber reklamverenler tarafından maddi ve manevi ödüllendiriliyorlar. Üstelik bunların çoğu yarışmalarda bile, bile bile ödüllendiriliyorlar. Hadi, taklit işler reklamverenin gözünden kaçtı, reklamcıların gözünden niye kaçıyor, ben bunu anlamıyorum.

Bu durum, şu hikayeye benziyor; Suçlu “ilk taşı bana en suçsuzunuz atsın” demiş, hiçkimse suçluyu taşlayamamış.

Sanırım, bu konuda her reklamajansının bir falsosu (isteyerek yada istemeyerek) var. Yoksa, bu kadar aleni ve yüzsüzce ve sürekli taklit iş çıkararak haksız rekabet yapan ajansları çoktan yerin dibine geçirmeleri, pazardan silmeleri ve yarışmalardan afaroz etmeleri gerekirdi.

Ama nedense bu olgunun üzerine gidilmemektedir. Kol kırılır yen içinde kalır havası hakimdir. Reklamcılığın üzerindeki bu belayı kaldıracak ya da en aza indirecek bir çözüm üzerinde hiç kimse kafa yormamaktadır.

Neden taklite karşı daha çok sesimiz çıkmıyor?

Ancak kendi işleri taklit edildiğinde reklamcıların itiraz sesinin çıktığını görüyoruz. (Hele hele taklit edilen değilsek susmayı yeğleriz.) Taklit eden ve edilen yurt içindeyse, sektör dergilerimizde şikayet ve savunmalar zaman zaman yer almaktadır. Bazen de reklam eleştirmenlerimiz yakalayabildikleri apartmaları yazmaktadırlar. Peki ya sonuç? Tatmin edici mi? Caydırıcı mı?

Reklamcılığımızı bu illetten kurtarmalıyız.

Dünyada yılda 3 milyon reklam filmi, belki yüz milyon tane de ilan yayınlanmaktadır. Bu yüzden takliti tespit etmek güçtür. Ama tespit edebilen bir göz mutlaka vardır. İşte bu gözün tüm sektörü uyarabilmesi için bir “Taklit Vaarrr” birimi kurulmalıdır.

Evet, yanlış duymadınız, yapılacak tek şey var. Taklit işleri afişe eden bir birim kurmak. Bu hem reklamcıların kendine çeki düzen vermesini sağlayacak hem de çürük dişlerin aramızdan kendiliğince ayrılmasını sağlayacaktır.

Reklamverenler Derneği ve Reklam Özdenetim Kurulu böyle bir departmanı kurmalıdır. Esinlenme nerede biter, taklit nerede başlar? Esinlenmenin sınırları bu departmanca belirlenmeli ve açıklanmalıdır. Taklitin yaptırımlarını da belirlemelidir. Masanın her iki tarafında çalışanlar taklit işleri buraya kanıtlı kanıtsız bildirmelidir. Bu birim de söz konusu ihbarı/şikayeti araştırmalı, tarafların savunmasını istemeli ve benzerliği/taklidi internet sitesinde yayınlamalıdır.

Bunun adına ne derseniz deyin, ister ispiyonculuk, ister reklam polisliği... Reklamcılığımız taklit virüsünden kurtulasıya kadar bu önlemi almak zorundayız.

Atacak kurşunu kalmamış rekamcılara şunu söylüyorum. Yavan fikirler çalıntı fikirlerden daha değerli ve onurludur. Arada sırada da olsa taklite yeltenmeyin. Aradığınız çarpıcı fikirler o güzelim nöronlarınızda var. Bol bol beyin fırtınası, beyin cimnastiği yapın. Sadece kendi aklınızı değil, çalışma arkadaşlarınızın da aklını kullanmayı öğrenin. İnsana güvenin, kendinize güvenin. Her zamankinden daha çok ıkının. Emin olun ki taklit etmeye yeltendiğinizden çok daha parlak fikirler çıkarabilirsiniz. En kötü fikir bile taklitin onursuzluğundan daha iyidir.

Yazımı, yıllar önce taklit bir yaratıcılığın sahibi reklamcıya Marketing Türkiye’de yazdığım eleştirinin son paragrafları ile bitiriyorum.

“Bu olaydan ben şu dersi çıkardım; yurtdışından bir fikri gönül rahatlığıyla Türkiye sınırları içinde kullanabilirsiniz. İtiraz edeni de “ham” yaparsınız. Ne de olsa, bu ülkede yavuz hırsızlar evsahibini bastırır. (Ben yine de bu ünlü reklamcımızın basiretinin bağlandığını düşünmek istiyorum)

Taklitçiliğin bir bitiş noktası olduğunu düşünüyorum, ama her nedense bu ülkede her türlü olumsuzluk, çıkış noktası oluyor. Eee, dışarısı kışken, içerisi yaz olmuyor. Böyle ülkeye böyle reklamcılık. (Yoksa, böyle reklamcılıktan dolayı mı, böyle bu ülke?)

Artık reklam sektöründeki gençlerin “reklam etkin mi olsun, yaratıcı mı olsun ya da karışık mı olsun” diye beyinlerini patlatmasına, “nedir ulan bu pazarlama, iletişim, marka yönetimi, strateji, yaratıcılık” diye kitaplar karıştırmasına, “ticari etik değerlere, tüketici haklarına, fikir haklarına” sahip çıkmasına gerek yok. Karıştır yabancı yayınları, izle “shots”ları, seç iyi fikirleri, uygula. Oh ne ala!

Hem satışları artıracak, hem markayı kafalara kazıyacak, dillere destan, süper etkin, mega yaratıcı, çaktırmadan ajansın reklamını da yapan, kristal elmalık, kısacası çok başı mamur bir reklam yapmak hemen hemen her reklamcının rüyasıdır. Bu öyle bir rüyadır ki, bazılarımızın gözünü karartır. Çünkü işin ucunda para, ün, kariyer, prestij, imaj, kristal elma ve daha pek çok avanta vardır. (Gel de gözü kara reklamcı olma!)

Biliyoruz reklamcılar korkusuz insanlardır. Ama korkusuz olmakla arsız olmak arasındaki ince çizgiyi de görebilmek gerekiyor. “Erdemli olmak yada olmamak” işte bir reklamcı için bütün mesele bu.

Ben yine de benim gibi genç arkadaşlara “ yaratıcılığınıza güvenin, insana güvenin” diyorum. Eve gidince annenize reklamcı olduğunuzu söyleyebilin diyorum. Reklamın da, reklamcının da iyisi kötüsü olur diyorum. Saflarınızı alın, hesaplaşmanızı yapın. İlk önce de şu soruyu sorun kendinize, diyorum; Reklamcı, sen nesin? (Aziz Nesin’in kulakları çınlasın) Bir çok gencin gıpta ettiği, girmek istediği sektörün temsilcisi, sen nesin?


Web sitem: www.muratsaylan.com