1 Mayıs 2002 Çarşamba

Reklamın iyisi kötüsü olur!


(Bu yazının sonunda, lütfen sadece yarası olanlar gocunsun)

Televole ve benzeri programlar sayesinde Andy Warhol’un “bir gün herkes 15 dakikalığına meşhur olacak” dediği günleri yaşıyoruz. Böyle bir ortamda gündeme gelmek, hangi içerikle gündemde olduğunuzdan daha önemli. Bu yaklaşımı “entertainment” dünyasında destekleyen ünlü bir söz var; “Reklamın iyisi kötüsü olmaz”. Yani gündeme nasıl gelirsen gel, ama mutlaka gel.  

Populer kültürün bir parçası olan bu “vur patlasın, çal oynasın” olayının peşine takılan yığınlara bir itirazım yok. Çünkü bu bir moda, gelip geçer. Daha doğrusu insanların hepsinden yüksek bilinç düzeyinde olmasını beklemek hayal olur. Bu şekilde yaşamayı tercih eden çoğunluk hep olacaktır. Sayıları da artacaktır. Yeter ki, toplum içindeki yüzdeleri artmasın.

Veri (information) çağının fırsatçıları, yığınların bu “boş hoş”luğa ilgisini keşfettiler ve çoğunlukla algılarımızı kirletmekten başka bir işe yaramayan mesajlar ürettiler. Buraya kadar da anlıyışla karşılıyoruz. Arz da var, talep de.

Peki ya biz iletişimcilere ne oluyor? Bizlerin bu dejenerasyon bombardımanına karşı, ürettiklerimizle bir set çekmemiz, denge oluşturmamız gerekmez mi? Soruyorum:

- Komik reklam için illa şiveli konuşan karakterlere mi ihtiyacımız var?

- Kadın vücudunu, çocuk masumiyetini yerli yersiz kullanmamız mı gerekiyor!

- Her ürünün alıcısı dışadönük insanlar mı? Ürünümüzü yüceltmek için içe dönük insanları aşşağılamak zorunda mıyız?

- Reklamlardaki oyunculara abartılı oyunculuk/aşırı mimik yaptırmazsak tüketiciler ürünleri almaz mı?

- Celebrity’siz reklam bizi niye kesmiyor?

- Polemik yaratarak gündeme gelmeye çalışan “starlar” gibi mi davranmalıyız?

- Bizlerin sadece veri’den değil, bilgi (knowladge)’den de etkilenmesi gerekmez mi? Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak niye?

- Herkes gibi bizler de mi rahata kaçmalıyız! Zekadan, araştırmadan, emekten, samimiyetten yoksun işler mi çıkarmalıyız!

- Hep populer mi olmalıyız? Sürü psikolojisiyle mi hareket etmeliyiz? Elimizdeki markalar, televole kitlesine mi hitap ediyor? Bütün markaların hedef kitlesi aynı mı? Segmentasyon yok mu? Farklılık yok mu. Konumlama yok mu?

- Toplumun beğeni değerlerini artırmadan, sorumlu olduğumuz markaların değerini artırabileceğimizi mi düşünüyoruz?


Hangi dalgaya kapıldık. Nerelerde sörf yapıyoruz, arkadaşlar?

Bütün bunlar,  reklamcılarımız, markanın değil kendi reklamlarının peşine düştükleri için olabilir mi? Bill Bernbach, en iyi reklamın ağızdan ağıza yapıldığını söyler. Ama kastettiği markanın konuşulmasıdır, reklamcısının değil.

Bazı reklamcılar kendisini pazarlamasını bilir, sorumlu olduğu markayı değil. Bu tip reklamcılar tüketiciyi değil, reklamvereni kral görür. Yaptıkları işlerle de çoğunlukla çaktırmadan kendi reklamlarını yaparlar, markanın değil.

Ajanslar kafalarını iki elinin arasına alıp düşünmeli; “Yaptığımız işler satışa hizmet ediyor mu? Marka değeri yaratıyor mu? Yoksa bir kuru gürültüden mi ibaret?”

“Yeterli frekans girilseydi satışlar da artardı, marka değeri de yükselirdi” demeyelim. Tamam algılatacak kadar çarpıcı reklamlara ihtiyacımız var ama sattıracak kadar etkili de olmaları gerekmez mi?.

Sözün kısası “reklamın iyisi kötüsü olur”. İyisi; markayı da, reklamcılığı da, ekonomiyi de yukarı taşır, kötüsü; hepsini aşağıya iter.

Web sitem: www.muratsaylan.com