Dünyada
genel olarak satılan malların kar marjlarında istikrarlı bir düşüş var. Bu yeni
teknolojilerin keşfinden, yeni uygulamaların devreye sokulmasından, üretimin
kapasitesinin talep potansiyelini aşmasından, ürün çeşitliliğinin artmasından,
rakiplerin çoğalmasından, küreselleşmeden ve bir dizi etkenden kaynaklanıyor.
Maliyetlerin
belli oranda düşmesine karşın fiyatlar daha yüksek oranda düşüyor. Doğal olarak
markaların ve şirketlerin kar marjları da düşmüş oluyor. Peki bu düşüş nereye
kadar gidecek?
Bir
malın fiyatı sadece hammadde, işleme ve operasyon maliyetlerinin üzerine kar
koyarak belirlenmiyor. Pazarlama, tanıtım, İK eğitimi, sosyal sorumluluk, AR-GE,
outsource kullanımı, yapılan yatırımlar... vb maliyetler de eklenerek
fiyatlandırma yapılıyor. Bu da şu demek, satılan bir malın fiyatından/gelirinden
ekmek yiyenler sadece birinci dereceden üreticiler değil, daha geniş bir
kitle... Bu da istihdam demek, ekonomik büyüme ve canlılık demek.
İdeal
ekonomik ortam nasıl tasfir edilebilir? Enflasyonun ve işsizliğin minimum
olduğu, refahın ve GSMH’nın istikrarlı bir şekilde arttığı ortamlardır. Böyle
bir ortamda üretim artar, çünkü yatırımlar da artmıştır. Yatırımların artması
demek, ekonominin kendi artı değerini üretebildiğini gösterir. Unutmadan, bu
ütopyamızda iç ve dış borçlarını sıfırlamış bir ülkeden bahsedildiğini
hatırlatmak isterim. (Hoş, IMF ve benzeri kaynaklardan 100 milyar dolar borç
alanlar, bu kaynağı namusluca ve beceriklice yönetselerdi, hiç zorlanmadan geri
ödemelerini yapabilirdi.)
Fiyatları
belirleyen kalemlerin sayısı artmasına rağmen çeşitli operasyonel verimlilik
yöntemleri ile her geçen gün maliyetler düşüyor, üstelik kalite de artıyor. Maliyetler
düşünce de herkesin aklına hemen fiyatları düşürmek geliyor. Aslında maliyetlerin düşmesi fiyatın düşmesini
gerektirmez. (Tabi bu karal her durumda geçerli değil) Böyle bir durumda fiyatı
düşürmek yerine, kaliteyi artırmak ve ürüne yeni faydalar (tasarım, promosyon,
garanti, etkinlik, bağış... vb) eklemek gerekir. Bu fiyatınızı değiştirmeden
marka değerinizi yükseltmeniz demektir. Bu, farklı bir yatırım şeklidir.
Elbette
sizin gibi düşünmeyen rakipleriniz olacaktır ve fiyatlarını düşüreceklerdir. Ama
unutmayın fiyat rekabetinin sonu yoktur. (Western filmlerinde söylendiği gibi
sizden daha hızlı silah çekecek biri mutlaka çıkacaktır.) Günümüzde bir çok
işletme, fiyat rekabetinin peşine takılmış ve kaynağı belli/etik olmayan veya
riskli fonlarla işletmesini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşımın yaygınlaşması
makro ölçekte ülkenin ekonomisini de olumsuz etkileyecektir.
Hızlı
tüketim markalarında, tüketiciler genellikle ucuz olana yöneliyorlar. Çünkü bu
ürünlerde kaliteler birbirine çok yakın. Bir de bu ürünlerin marka yöneticileri
bezmiş durumda. Promosyonun dışında fark yaratacak stratejiler üretemiyorlar,
çünkü hemen taklit ediliyorlar. Sonuç: market markaları çoğalıyor! Çünkü
raftaki markalı ürün ile market markası arasında, tüketici bir fark göremiyor. Aslında
bu pes etmenin arkasında yaratıcılıktan yoksun marka yöneticileri var. (Neyse
bu başka bir yazının konusu.) Bu öyle bir yılgınlık ki, market markalarını
üretenler de markalı ürünlerin sahibi kuruluşlar.
Görüldüğü
gibi fiyat rekabetinin sonucu fasonculuk. Fasonculuk da bir yere kadar karın
doyurur. Katma değeri olan markalar yaratmak için çalışmalıyız. (Bu arada hızla
büyüyen ve dünya ekonomisine çaktırmadan entegre olmaya çalışan Çin, inanılmaz
bir fiyat rekabeti ile dünya ekonomisini allak bullak etmeye aday. Büyük bir
ihtimalle fasonculukla dünya üretimini yönlendirecekler. Daha sonra bunun para
getirmediğini, Çin’in refahını artırmadığını görüp kendi markalarını
yaratacaklar. Bu aşamaya gelinceye kadar da bir kaç neslini karıntokluğuna
çalıştıracak, sefalet içinde yaşatacak.)
Neyse
biz asıl konumuza dönelim. Sosyal statü getiren ürünlerde ise tüketici
kendisini farklılaştıracak ürünler için parasını hiç acımadan harcıyabiliyor.
Artık en alt kademelerin üyeleri bile lüks diye tanımlanabilecek bir markaya
sahip. Varoştaki gençlerin dolabında özel günler için alınmış bir Diesel veya
Levis görebilirsiniz. Buna tüketimin demokratikleşmesi deniyor. Tüketiciye bu
tip fayda sunan ürünlerde ise fiyat rekabeti anlamsızlığın daniskası.
Bu
konuyu hayali bir örnekle inceleyelim. Ürün kaliteleri, hedef kitleleri,
fiyatları, pazar payları ve diğer herşeyleri aynı olan iki marka düşünelim. Ve
diyelim ki her ikisi de yeni çıkan bir makineyi aynı anda satın aldılar ve
maliyetlerini düşürdüler. Her ikisinin karı (fiyatlarında değişiklik olmamasına
rağmen) a’dan b’ye yükseldi. Sonra bu iki markadan X olanı fiyatını düşürdü, Y
olanı ise buna karşılık (fiyatını düşürmek yerine) extra bir fayda sundu.
Böylece her ikisinin de, ürün bazında karları tekrar a’ya geri döndü. Sizce
yeni dönemde X ve Y’nin pazar payları nasıl değişiklik göstermiş olabilir?
Muhtemel
cevaplar
-
X
ve Y’nin sadık müşterileri alışveriş alışkanlıklarını değiştirmez.
-
X
ve Y’nin fırsatçı müşterileri ya düşük ücretli X’e, ya da extra fayda (hediye,
taksit, üyelik...vb) veren Y’ye yönelirler.
-
X
ve Y birbirlerinden müşteri çalmazlar, diğer rakiplerinden çalarlar.
Y
markasına daha çok yatırım yaptığından, marka değeri yükselecek, kaybettiği
müşterilerinden daha fazla müşteri kazanacak ve büyümek için yatırım olanakları
artacaktır (Ör: Diesel). X ise müşterilerinin geçici ilgisine mazhar olacak ve aşşağıdan
gelen rakiplerle fiyat rekabetine girerek gittikçe küçülecektir. (Ör: Levis)
Sonuç
olarak dünyaya açılmak isteyen istemeyen markalarımıza fiyat rekabeti yerine
kalite rekabetini, farklılaşma rekabetini, marka değerini yükseltme rekabetini
öneriyorum.
Web sitem: www.muratsaylan.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder