(Bu yazının sonunda, lütfen sadece yarası olanlar gocunsun)
Televole ve benzeri programlar sayesinde Andy Warhol’un “bir
gün herkes 15 dakikalığına meşhur olacak” dediği günleri yaşıyoruz. Böyle bir
ortamda gündeme gelmek, hangi içerikle gündemde olduğunuzdan daha önemli. Bu
yaklaşımı “entertainment” dünyasında destekleyen ünlü bir söz var; “Reklamın
iyisi kötüsü olmaz”. Yani gündeme nasıl gelirsen gel, ama mutlaka gel.
Populer kültürün bir parçası olan bu “vur patlasın, çal
oynasın” olayının peşine takılan yığınlara bir itirazım yok. Çünkü bu bir moda,
gelip geçer. Daha doğrusu insanların hepsinden yüksek bilinç düzeyinde olmasını
beklemek hayal olur. Bu şekilde yaşamayı tercih eden çoğunluk hep olacaktır. Sayıları
da artacaktır. Yeter ki, toplum içindeki yüzdeleri artmasın.
Veri (information) çağının fırsatçıları, yığınların bu “boş hoş”luğa
ilgisini keşfettiler ve çoğunlukla algılarımızı kirletmekten başka bir işe
yaramayan mesajlar ürettiler. Buraya kadar da anlıyışla karşılıyoruz. Arz da
var, talep de.
Peki ya biz iletişimcilere ne oluyor? Bizlerin bu dejenerasyon
bombardımanına karşı, ürettiklerimizle bir set çekmemiz, denge oluşturmamız
gerekmez mi? Soruyorum:
- Komik reklam için illa şiveli konuşan karakterlere mi ihtiyacımız
var?
- Kadın vücudunu, çocuk masumiyetini yerli yersiz
kullanmamız mı gerekiyor!
- Her ürünün alıcısı dışadönük insanlar mı? Ürünümüzü
yüceltmek için içe dönük insanları aşşağılamak zorunda mıyız?
- Reklamlardaki oyunculara abartılı oyunculuk/aşırı mimik
yaptırmazsak tüketiciler ürünleri almaz mı?
- Celebrity’siz reklam bizi niye kesmiyor?
- Polemik yaratarak gündeme gelmeye çalışan “starlar” gibi
mi davranmalıyız?
- Bizlerin sadece veri’den değil, bilgi (knowladge)’den de
etkilenmesi gerekmez mi? Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak niye?
- Herkes gibi bizler de mi rahata kaçmalıyız! Zekadan,
araştırmadan, emekten, samimiyetten yoksun işler mi çıkarmalıyız!
- Hep populer mi olmalıyız? Sürü psikolojisiyle mi hareket
etmeliyiz? Elimizdeki markalar, televole kitlesine mi hitap ediyor? Bütün
markaların hedef kitlesi aynı mı? Segmentasyon yok mu? Farklılık yok mu.
Konumlama yok mu?
- Toplumun beğeni değerlerini artırmadan, sorumlu olduğumuz
markaların değerini artırabileceğimizi mi düşünüyoruz?
Hangi dalgaya kapıldık. Nerelerde sörf yapıyoruz,
arkadaşlar?
Bütün bunlar, reklamcılarımız,
markanın değil kendi reklamlarının peşine düştükleri için olabilir mi? Bill
Bernbach, en iyi reklamın ağızdan ağıza yapıldığını söyler. Ama kastettiği
markanın konuşulmasıdır, reklamcısının değil.
Bazı reklamcılar kendisini pazarlamasını bilir, sorumlu
olduğu markayı değil. Bu tip reklamcılar tüketiciyi değil, reklamvereni kral
görür. Yaptıkları işlerle de çoğunlukla çaktırmadan kendi reklamlarını
yaparlar, markanın değil.
Ajanslar kafalarını iki elinin arasına alıp düşünmeli; “Yaptığımız
işler satışa hizmet ediyor mu? Marka değeri yaratıyor mu? Yoksa bir kuru
gürültüden mi ibaret?”
“Yeterli frekans girilseydi satışlar da artardı, marka
değeri de yükselirdi” demeyelim. Tamam algılatacak kadar çarpıcı reklamlara
ihtiyacımız var ama sattıracak kadar etkili de olmaları gerekmez mi?.
Sözün kısası “reklamın iyisi kötüsü olur”. İyisi; markayı
da, reklamcılığı da, ekonomiyi de yukarı taşır, kötüsü; hepsini aşağıya iter.
Web sitem: www.muratsaylan.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder