Biz,
reklamcıların görevi, en basit anlamda ürünü (mal, hizmet, fikir, kurum…vs)
tanıtmaktır. Bizlere ürününü teslim eden reklamverenden, eylemlerimiz
sonucunda, iki “ideal” geri dönüş talep etmesi beklenir; ürünü satılsın ve
markalaşsın. Satılsın ki; bir an önce stoklar erisin, yatırım kendini amorti
etsin, markalaşsın ki; satışlarda istikrar olsun, rekabetci avantaj sağlasın,
tatmin edici bir kar marjı koyabilsin. Ama bu iki ideal geri dönüşten
“markalaşmak” yeni yeni iş dünyamızın gündemine girmektedir.
Bizim
gibi gelişmekte olan piyasalarda (doymamış pazarlarda) satışlar, daima satıcıyı
doyurucu bir trend izler. Yurt içinde satmak zor değildir. Bu yüzden, 3. Dünya
ülkelerinde kalite, müşteri memnuniyeti, ar-ge gibi kavramlar gelişmiş
ülkelerden çok sonra gündeme girer. (Neyse ki, biz bu kavramları gündemimize 50
yıl sonra da olsa sokabildik) 3. Dünya ülkesi firmalarının (doğal olarak)
içerde satıyorken, markalaşmak gibi bir dertleri yoktur.
Markalaşmak;
enflasyonsuz ve istikrarlı ekonominin yaşandığı, piyasaların dengelendiği ve
alıcılar pazarının hakim olduğu ortamların, rakiplerin çoğaldığı ve tüketicinin
kral olduğu pazarların, global marka olma tutkusuna ve vizyonuna sahip
firmaların bulunduğu ülkelerde olur. (İnşallah ve maşallah biz de böyle olucaz!
Başka yolu yok.)
Satıyor
olmak, markalaşmış olmayı beraberinde getirmez. Bir ürünün markalaşıp
markalaşmadığı, fırsatçı tüketicilerin sayısı ile anlaşılabilir. Ürünün fiyatı
yükseldiğinde ciro kaybının şiddeti, fırsatçı tüketicilerin sayısı ile doğru
orantılıdır (markalarını bu teste tabi tutan birçok firma markalaşamadığını
görecektir).
Marka
bilinirliği de markalaşmayı ölçme konusunda kesin bir yanıt vermez. Birçok
yerli marka bulunabilirlikleri ve duyulabilirlikleri yüzünden ezbere bilinir ve
alternatifliksiz yüzünden denenir. Herhangi yerli markanın yabancı rakibi
piyasaya girer girmez (bir de, fiyatlar birbirine yakınsa) tercihlerin
yabancıya kaydığını, ekonomi sayfalarına verilen “ithalata ve montajlama
üretimine kota konsun” demeçleri ile anlayabilirsiniz. Böyle demeçleri
verdirten “isimli ürünlerin” markalaşabildiğini söyleyebilir miyiz? Fiyat
avantajı ile ayakta kalmak, korumacılık sayesinde bir dönemler pazar lideri
olmak, markalaşmak mıdır? Bence markanız, bir çok rakip arasından, ısrarla
aranıp bulunuyorsa markalaşmışsınız demektir. (Zaten farklı olmasanız hiç kimse
sizi aramaz).
1983
öncesi insanlar yurt dışından Levi’s sipariş ederlerdi ve bedeline
katlanırlardı. Ben markalaşma diye buna derim. (Bu ulaşılmaz bir örnek olduysa
bkz. Mango)
Güven
Borça’nın da deklare ettiği bir gerçeği ben de yineliyorum; “yerel ve bölgesel
markalarımız (isimli ürünlerimiz) var, ama uluslararası markalarımız
(markalaşmış ürünlerimiz) yok”. Evet, uluslararası satılan ürünlerimiz olabilir
ama markalaşmış değiller. Fiyat rekabeti yaratabildikleri için oradalar. Peki,
biz Türkler “isimli ürünlerimizi” markalaştıramaz mıyız? Elbette
markalaştırırız.
Marka
bir yatırım işidir. İlk kural, firmanın ürettiği ürün ve sunduğu hizmetlerle
kaliteli olmasıdır. Yani, marka, kalitesiyle anılır. Bu kalite müşteriye
sunulmuş, müşteri tarafından algılanmış ve o kalitenin simgesi olarak o markaya
güven duyulmuştur. Daima hayatı daha da kolaylaştırıcı ve ek fayda sunan
ürünler geliştirilmelidir. Rakipleri taklit etmek yerine, özgünlük anlayışı öne
çıkarılmalıdır. Ancak, kaliteli üretim sonrasında, yaratıcı, tutarlı (iş
hedeflerine uyan) ve istikrarlı (süreklilik taşıyan) tanıtım faaliyetleri
markanın yaratılma sürecini hızlandırır.
Son
iki, üç yılda ISO 9000 ve türevlerini
almaya çalışan, ve aldıklarında da zil takıp reklam yapan firmalar, bizleri
“global marka” sahibi olmamız için ümitlendirebilir. (Gerçi, dışarısı kışken
içerisi yaz olamaz. Türkiye, ekonomisi ve demokrasisi ile düzlüğe çıkmadan
markalaşma emellerimize ulaşmamız da biraz zor diye düşünüyorum.) Türkiye’nin
de bir marka olduğunu varsayarsak (ki öyledir), global marka yaratma
başarımızın, imajımızla da doğru orantılı olduğunu söyleyebiliriz.
Bu
bir süreç. Türkiye düzlüğe çıktıkça gerçek anlamda dünyanın dört bir yanından
talep gören markalarımız olacağına gönülden inanıyorum. Ama önce içinde
bulunduğumuz süreci iyi değerlendirmeliyiz. Bir zamanlar olduğu gibi, ayçiçek
yağı diye motor yağı kakalayamayız. Dünyaca ünlü markalara yaptığımız fason ve
yan üretimi layıkıyla yapmalı ve dersler çıkarmalıyız. Adımıza kalitesizlik
yaftası yapıştırmamalıyız (“Bu dükkanda Türk malı satılmaz” diye tabelalar
astırmamalıyız)
Belki
de temel sorunumuz, markalaşmanın getirisinin ne olduğunu bilmememizden, kavrayamamızdan
kaynaklanmaktadır. Bana öyle geliyor ki, reklamverenlerin çoğu için, markanın,
ürünün ismi olmasından başka ne anlamlar içerdiği önemsenmiyor.
Marka
ile ürün arasında bir çırpıda sayılabilecek farkları, eminim birçok yazıda
okumuş ama es geçmişsinizdir.
-
ürün
üretilir, marka yaratılır.
-
ürün
üreticiye, marka tüketiciye aittir.
-
marka,
kişiliği olan üründür. Ürünün ambalajından reklamına kadar yansıyan kimliğidir.
-
ürün
tüketiciye fiziksel fayda sağlarken, marka statüsel fayda sağlar.
-
marka
kalıcıdır, ürün zaman içinde geliştirilir/değişir.
-
marka
soyut bir kavram, ürün somut bir gerçektir. (Soyut kavramlar duygusallık
içerdiğinden daha güçlüdürler.)
-
ürün
beynin sol (rasyonel) tarafına, marka beynin sağ (duygusal) tarafına hitab
eder.
Nasıl
ki, pazarlama anlayışı, satıcılar pazarından alıcılar pazarına geçişin bir
gerekliliği ise, ürünü geniş bir kitleye vur-kaç (bir kere aldırma) tekniği ile
satmak yerine, daha hedeflenmiş bir kitleye, boylamsal bir süreçte satmanın
gerekliliği de markalaşma anlayışını getirmiştir.
Peki, marka nedir?
Amerikan
Pazarlama Derneği’nin tanımına göre marka, “ürünlerini satışa sunan kişilerin,
sözkonusu bu ürünleri tanımlamak ve piyasadaki diğer emsallerinden ayırabilmek
için kullandıkları isim, kavram, sembol, tasarım veya bunların çeşitli
kombinasyonları”dır.
Markalaşmanın
önemini reklamverenden daha iyi bilen reklamcılarımız (ki çoğunluğu gerçek
birer marka tüketicisi, azıcığı başarılı marka yaratıcısı/yöneticisi, geri
kalanı da marka katilleridir) “marka”yı farklı şekillerde tanımlamışlardır;
onlara göre marka, ürünün; Adıdır. Sembolüdür. Tanımıdır. Kişiliğidir. Ünüdür.
İmajıdır. Ruhudur. Konumudur. Al benisi’dir. Kalitesidir. Farkıdır. Fiyatıdır.
Sanal halidir. Katma değeridir. Rekabetsel avantajıdır. Diğerlerinden
ayıracıdır.”
Tanımların
hepsini doğru bulmakla birlikte, ufak bir “bence” eklemesi yapmak istiyorum;
marka ürünün “kefilidir”. Marka
değeri yüksek ürün, kullanıcısına kalite sözü verir. Onu tanıdıklarından
farklılaştıracağını ve kalabalıklardan öne çıkaracağını vaad eder. Markalaşmış
bir ürün, yeniliği ve öncülüğü; istikrarı ve tutarlılığı; modayı ve trendleri
“bende bulabilirsin” der. Uluslararası standartları ve kaliteyi; satış sonrası
hizmeti ve güveni “ben sana sağlarım” der.
Marka ve tüketici
ilişkisi nasıl ola?
Tüketici
açısından markalar çeşitli avantajlar içerir: Marka, tüketiciyi, ihtiyacını
gidermek için gerekli ürünü arama ve çeşitli isimler üzerinde karar verme
zahmetinden kurtarır. Tüketici, ürüne ait olası riskleri ortadan kaldırmak
amacıyla da markaya yönelir. Böylece, markadaki kaliteyi ve bunda sürekliliği
bildiği için kendini güvende hisseder.
Günümüzde
ürünler farksızlaşırken, temel satış vaadleri bulanıklaşıyor. Bundan dolayı
“marka” fiziksel anlamda farklılaşamayan ürünleri, rakiplerinden ayırmak için
önemi gittikçe artan kavramsal/kurgusal fark olarak ortaya çıkıyor.
Abraham
Maslow ve onun İhtiyaçlar Hiyerarşisi Kuramı’na göre, temel istek ve
ihtiyaçlarını karşılayan birey, daha spesifik nitelikte ve psikolojik boyutlu
arzularını tatmine yönelir. Bugün ise, insanların gelir seviyeleri ürünleri
almakta belirleyici olmaktan çıktı. Artık satın alma tercihlerini hayat
tarzları belirliyor.
Ürünün
aynı, fiyatların birbirini izlediği bir piyasada farklılık yaratacak tek şey
tüketiciye verilen değerdir. Tüketici kendini nerede değerli görüyorsa oraya
gidecektir. Önemli olan markanın kişiliği ile müşterininkinin örtüşmesidir.
Satın alma kararında bu çok önemlidir. Sadakati yaratan da budur.
Bu
anlamda biz “reklamcılar” marka yaratmayı reklam yapmakla eş değer tutmaktan
vazgeçmeliyiz. Algı yöneticileri olarak, marka yaratmak için pazarlama
iletişiminin tüm araçlarını kullanmalıyız. Yaratıcılığımıza “süreklilik ve
tutarlılık” eklemeliyiz. Gerçekten markalaşmak gibi bir tutkusu olan
reklamverene, ilk önce ürününü kalitesinden dağıtımına kadar sorgulatmalı ve
gerekiyorsa zaman içinde iyileştirilmesi için görüş bildirmeliyiz. Sonra
ambalajından mecra kiralamasına kadar her türlü çizgi altı ve üstü tanıtım
faaliyetini bütüncül bir konseptle ve istikrarlı bir şekilde yürütmeliyiz.
Markalaşmanın
yararları nelerdir?
-
Günümüzde vakit artık daha çok nakittir. Tüketiciler hızlı
karar vermek istemektedirler. Markanın tüketicinin zihnindeki konumu satın alma
kararını etkiler ve hızlandırır. Markalaşan bir ürün, tüketicinin satınalma
karar sürecinde, rakiplerine oranla en az bir-sıfır önde başlar.
-
Tüketiciler güçlü bir markayı, özellikle kaliteli olarak
algıladıkları için bu markaya daha çok para ödemeyi göze alacaklardır.
-
Markalaşmış bir ürünün tüketicileri fiyat oynamalarına daha
duyarsızdırlar. (Fiyatınızı artırmanız ya da rakiplerin fiyatları düşürmesi
karşısında ürününüzden vazgeçmezler).
-
Markalaşmak, uzun vadeli rekabet avantajına sahip olmak
demektir. Kriz dönemlerinde en az yara alan firmalar iyi bir marka imajı/konumlamasına
sahip firmalardır.
-
Markalaşmış bir ürünü üreten kuruluşu satmak ya da halka
açmak da çok karlıdır. Coca Cola’nın (maddi varlıkları hariç) sadece marka
değeri 150 milyar dolardır (bazı kaynaklara göre de 50 milyar dolar).
Marka
ve gelecek senaryoları
Gelecekte marka ve markaların (ürünün değil) tüketimine
dair bazı “pulp fiction” senaryolarımı, hiç acımaksızın sizlerle paylaşmak
istiyorum.
SENARYO
1
Mesaj
kirliliği, dikkat sürelerinin azalması, algı çokluğu, marka piyasasının
doymuşluğu, azalan karlar karşısında maliyetleri azaltma isteği ve bunun gibi
nedenlerden ötürü ürünler, en prestijli markalar adı altında toplanacak.
(Unilever’in yapmayı planladığı gibi Power Brand’ler olacak). Daha az marka
olacak ve bir markanın birden fazla ürünü olacak.
Perakende
firmaları daha çok kendi markalı ürünlerini satacak. Yani marka yönetimi
yapacak. Ve bu nedenden dolayı gelecekte daha çok perakende firması reklamı
izleyeceğiz.
SENARYO 2
Markalara
biçilen yumuşak kişiliklerden (ne olursan ol yine gel-mevlana taktiği) daha
marjinal kişiliklere kayma olacak. Hayata bakış ve yaşama biçimleri markaların
kişiliğine yansıyacak.
İnsanlar
güvendikleri, özdeşleştikleri ve fikir/zikir birliği yaptıkları markaları satın
almakta daha ısrarcı olacaklar (bugünkü dinci kesimin ürettiğini tanıtma ve
tüketme tarzı gibi).
Markalar,
kişilikleri ve yaşam tarzlarını daha samimi temsil etmeye devam ederken, daraltılmış hedef kitlelere ve niş pazarlara
hitab eden, katma değeri/marka bağımlılığı yüksek avangard markalar (Harley
Davidson benzeri) çoğalacak.
Kitlesel
markalar (Coca Cola, Adidas …vb) daha çok toplumsal sorumluluk üstlenmek
zorunda kalacak. Gelirlerinin bir kısmını toplumsal yaraların kapanması için
harcayacaklar. Sosyal alanlardaki tavırları onların marka imajı ile yakından
ilgili olacak.
Tam
anlamıyla “bana markanı söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” devri yaşanacak.
SENARYO 3
Hizmet
sektörü daha danışmanlık odaklı olacak. Sadece kurumlara sunulan danışmanlık
hizmetleri bireylere daha yoğun ve geliştirilmiş olarak sunulacak. Tüketici
hakkında her türlü bilgiye sahip olan firmalar (özellikle bilgi-iletişim
sektöründeki kuruluşlar) tüketicinin cebindeki paradan daha çok pay almak için
ilişkisel pazarlamaya daha çok önem verecekler ve bankalarla girdikleri işbirliği
çerçevesinde her bir müşterisinin harcamalarının kendi üzerinden geçmesini
sağlayacaklar. Sundukları hizmetin katma değeri komisyon olarak kasalarına
girecek. Doğal olarak kendileri üretmeyecek. Ürettirecek. Çoğunu kendi markası
altında ürettirecekler. Kurduğu sistemi markalaştıracak ve insanların güvenini
kazanacaklar. Her insana marka/ürün tüketim danışmanı atayacaklar. Bu
danışmanlar, müşterinin yaşam ilişkilerini ve finansal pozisyonlarını analiz
ederek hangi markaları tüketmeleri gerektiğini tavsiye edecekler. Yani hem
marka hem birey yönetimi yapacaklar. Bunu da müşterilerinin “hayatını
kolaylaştırmak” adına yapacaklar. Bu hizmetlerle gözü kamaşan tüketici,
boylamsal sözleşmelerle bu kuruluşları “hayat kolaylaştırıcısı” olarak seçecek
(düşünsenize araba verginizi ödemekten kıyafet alımına kadar bunlar size
aracılık edip hayatınızı kolaylaştıracaklar! İmaj maker’lıkları da sundukları
hizmetin kaymağı olacak! Tabii, onların anlaşmalı olduğu markaları/ürünleri
tüketmek gibi sıkıcı yanlar da olmayacak değil). Tüketmek isteyip de paranız
yetişmediğinde bunlar imdadınıza yetişecek. Yani anlayacağınız gelecekte herkes
bugünkünden daha borçlu olacak. Kazandığını değil kazanacağını tüketecek. (Bu
da toplumsal bir bunalım yaratacak. Off,..of…)
SENARYO 4
Marka
fetişizmi bugünkünden daha şiddetli olacak. Özellikle A sınıfında SES (sosyo
ekonomik statü) ırkçılığı (bugünkünden daha fazla) başını alıp gidecek.
Herkesin SES’i dijital kartlarına işlenecek. Niş markalar çoğalacak ve bunlar
ürünlerini satacakları kişileri seçecek. Aristokratik marka tüketim
tarzı/çılgınlığı, A sınıfını başka bir gezegene taşınmaya kadar götürecek (İyi
de olacak).
SENARYO 5
Rakipler
arasında kalite ve fiyat farkı çok azalacak. İnsanlar arasında da gelir farkı
azalacak. SES tarihe karışacak. Marka bağımlılığının da bir tür
fetişizm/kölelik olduğu anlayışı hem tüketiciler hem de üreticiler tarafından
kabul görecek. Üreticiler markasız ürünler üretip ürünlerini internet dahilinde
satacak. Herhangi bir ürüne ihtiyaç duyan kimse, internete dalıp aradığı ürünün
özelliklerini girip, “search” edecek. Tüketicinin kral değil peygamber
sayıldığı bu dönemde tüketicinin aradığı özellikte ürün, gelişmiş dağıtım
kanalları ile hemen evine gelecek.